Uncategorized

PROFESÖR Dr ALİ YAKICI DİYOR Kİ TÜRKÇE ADLI DİL MUCİZESİNİN IŞIĞINDA AYDINLANMAK

TÜRKÇE ADLI DİL MUCİZESİNİN IŞIĞINDA AYDINLANMAK

Prof.Dr.Ali YAKICI
(Akademisyen)

Türkçe, sözlü gelenekten yazılı ortama, doğuşundan bugüne Türklerin sosyal, siyasal, kültürel ve dini hayatında önemli görevler üstlenmiş bir iletişim aracı, insanların bir araya gelerek kaynaşması, ülke kalkınmasının sağlanması ve ileriye sağlam adımlarla yürünmesinde önemli rol oynamış bir dildir. Peki, insanımız, kültürel kimliğimiz, milletimiz, ülkemiz ve geleceğimiz için son derece önemli bir unsur olan “dil” nedir?
Dil, aklın ortaya koyduğu en mükemmel yapıdır. Bu yapıya şekil veren önemli unsur ise ruhtur. Dolayısıyla köklü ve kalıcı bir dil, insan zekâsının düşünce üretirken bu düşünceleri ifade etmek üzere yarattığı, ruhsal davranışlarla biçimlendirip zenginleştirdiği ve sürekli kıldığı bir yapıya sahiptir. Dil olmazsa bilim olmaz, dil olmazsa kültür ve sanatın varlığından ve kalıcılığından söz edilemez, dil olmazsa eğitim olmaz, dil olmazsa canlı bir mahlûk olan insan, insan olamaz. Çünkü dil, insanı insan yapan niteliklerin başında gelmektedir.
Bir milletin diliyle o milletin fertlerinin ruhsal temayülleri arasında sıkı bir bağ vardır Tarihte, ne zaman ve nerede bir millet teşekkül etmişse orada bir milli dil görülmektedir. Nerede büyük kitleleri birbirine bağlayan ortak bir dil varsa orada bir millet ve bu millete bağlılık duygusu besleyen insanlar vardır. Her dili güçlü kılan bir millet ruhu, milli bir ruh bulunmaktadır.
Dil, insanın duygularının, düşüncelerinin, hayallerinin, kurgularının, rüyalarının, isteklerinin sağlıklı biçimde iletilmesini sağlar. Bunun içindir ki dil, kimi araştırmacılar tarafından “iletişim kuracak öznelerin aktarmak istedikleri bilgileri kodlayarak birbirlerine iletmekte kullandıkları şifreler bütünü” olarak ifade edilmektedir.
Dil, bir milletin var oluş sebebidir. Milletlerin içinde yaşadığı ülkelerin mutluluk ve refaha ulaşmasının temel etkenlerindendir. Dil, bir milletin yurt tuttuğu, vatan edindiği coğrafyalarda kurduğu devletlerinin sürekliliğini belirleyen temel unsurlardandır.
Dil, bir milletin dünyayı kendisine göre seslendirmesi, dünyayı ve hayatı kendisine göre adlandırması, ona kendi damgasını vurmasıdır. Bu itibarla dil, bir taraftan millilik vasfı en belirgin olan kültür unsuru, diğer taraftan da bütünüyle kültürün ifadesidir.
Dil, maddi ve manevi bütün zenginlikleri bünyesinde toplayan, kültürü tek başına temsil ve ifade edebilecek güçte bir iletişim sistemidir.
Türkçe, Türklerin kültürü, edebiyatı, sanatı, tarihi ve medeniyetidir. Hayatımız, zevk tarzımız ve tefekkürümüzdür. Hafızamız, hayal dünyamız ve istikbalimizdir. Bizi tarihe, sınırlar ötesine ve geleceğe taşıyan ve taşıyacak olan yegane unsur dilimizdir.
Türkçe, insanlık tarihinin bilinen en eski, en gelişmiş, estetik yönü ağırlıklı olan bir dilidir. Günümüzde kullanılmamakla birlikte kendi ses yapısına ait güçlü bir alfabesi (Göktürk Alfabesi) olan, cinsiyet ayrımı yapmayan, kadın-erkek eşitliğine özellikleri arasında yer veren, şiir, musiki, edebiyat ve sanatta olduğu kadar bilim adına ürettiği eserlerle de dünyanın önemli dil ve kültürlerini etkilemiş olan güçlü bir dildir. Ünlü sosyolog Max Müller, Türkçenin kelime türetmede eğilmeyen, bükülmeyen, kırılmayan, bu yönleriyle de benzerine rastlanılmayan bir dünya dili ve insanoğlunun dilde yarattığı bir mucize olduğunu belirtir.
Tarih içinde Oğuz Kağan’dan Dede Korkut’a, Göktürk Kitabelerinden Kutadgu Bilig’e, Divanü Lügati’t_Türk’e, Ergenekon’dan Manas’a, Köroğlu’ya Türkiye Türkçesi başta olmak üzere birçok lehçede şaheserler yaratılmasını sağlayan bu güçlü dil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve kültürel kimliğinin belirlenmesinde de birinci derecede etkili olmuştur. Bu durumu, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, şu sözleriyle açık bir biçimde belirtmektedir:
“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı, Türk milletidir. Türk milleti demek; “Türk dili” demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Bu bakımdan milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin.”
Azerbaycanlı ünlü Türk şairi Bahtiyar Vahapzade de Türkçeyi anlattığı bir şiirinde şu veciz mısralara yer vermektedir:
Bu dil; bizim ruhumuz, aşkımız, canımızdır,
Bu dil; birbirimize ahd-peymanımızdır.
Bu dil; tanıtmış bize dünyada her şeyi,
Bu dil; ecdadımızın bize miras verdiği
Kıymetli hazinedir, onu gözlerimizdek
Koruyup, nesillere biz de hediye edek
Türkçe Türklerin anayurdudur. Zaten bir coğrafyanın ana yurt olabilmesi için anne dili ya da dillerinin değil bir ana dilin o coğrafyada eğitim, bilim ve kültür dili olarak kullanılması gerekir. İşte Türkçe bir ana dil olarak bu zenginliği milletine sunmuş, milletine ebedi olan anayurtlar kazandırmıştır. Türkiye bunun en belirgin örneğidir.
Yaratıcı düşüncenin, mitolojik felsefenin ilk ürünlerinden kabul edilen destanların Türkçenin oluşumu, şekillenmesi ve gelişmesi üzerinde önemli etkileri olmuştur. Kimi edebiyat tarihçilerine göre aynı zamanda Türk dilinin oluşturduğu ilk edebiyat ürünleri de destanlardır. Orta Asya’da yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda elde edilen bilgilere göre, Türk destan devrinin M.Ö. 40. asra kadar uzandığı belirtilmektedir.
Türk dilinin şekillenmesinde, özelliklerini kazanmasında yaratılış felsefesinin ürünleri olan yaratılış destanlarının etkisi belirgin bir biçimde görülmektedir. Altay destan ya da efsanesindeki inanmaların yaşandığı bu dönem, Türkçenin oluşum dönemi kadar eskidir. Genel kabul gören bir görüşe göre insan, önce düşünür, sonra bu düşüncesinin ifade yollarını arar. Yaratılış destanı, Türkçenin de içinde bulunduğu Altay dil grubunun ilk ürünü olarak bilinmektedir. Türklerin Yaratılış destanı parçalarından birinde şu sözlere yer verilmektedir:
“Daha hiçbir şey yokken Tanrı Kayra Han’la su vardı. Kayra Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Kayra Han yalnızlıktan sıkılıp ne yapayım diye düşünürken su dalgalandı. Ak Ene çıktı. Kara Han’a “yarat” deyip yine suya daldı.”
Bu anlatıda ve Yaratılış destanlarının diğer anlatılarında görüldüğü gibi, erkek olan Tanrı Kara Han’a “yarat” emir ya da ilhamını veren bir kadın olan Ak Ene’dir. Türkçe dışındaki dillerin oluşturduğu Batılı ya da Doğulu kimi ulusların destanlarında ilk sırada yeri olmayan, aşk ve şehvet unsuru olarak kabul edilen, hatta kimilerinde tanrıların oyuncağı olarak görülen kadın, Türklerin yaratılış efsanelerinde Ak Ene, Umay, Güneş vb. olarak kendini göstermektedir. Bu sebepledir ki, Türkçenin kelime yapısında, kimi Batı dillerinin “masculin-feminin”, kimi doğu dillerinin “müzekker-müennes” yaklaşımında olduğu gibi bir erkeklik-dişilik ayırımı görülmemektedir. Türkçe, birçok dile nasip olmayan bu insanî ve medenî özelliğini, Yaratılış destanlarında ortaya koyduğu, dünyanın yaratılışı da dâhil her alanda, “erkek-kadın” birlikteliği düşüncesinden dolayı elde etmiştir.
Kimi araştırmacılar tarafından, birçok dilde olan kadın erkek ayırımının Türkçede olmamasının, Türkçenin cinsiyet ayrımı gözetmeyen bir dil olmasının temel sebebinin insana önem vermesinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Türkçe için kişinin kadın ya da erkek olması değil, insan olması önemlidir. Bu yaklaşımıyla Türkçenin özellikleri arasında insanı öteki varlıklardan farklı ve üstün bir yere koyduğu belirgindir.
Milat öncesi döneme ait mevcut Türk destanları içinde hem içerik bakımından hem sosyal, siyasal, kültürel vb. alanlarda vermiş olduğu bilgi bakımından hem de toplumun geleceğe yönelik hedef ve ülkülerini belirleyici olması bakımından Oğuz Kağan destanı önemlidir. Oğuz Kağan destanı, “Türkçenin bilgi üreterek bu alanda kendine ait kelimeleri oluşturduğu” düşüncesini ispatlar nitelikteki örneklerin belirgin bir biçimde yer aldığı destandır.
Bu destan, İngilizce de dâhil birçok dünya dilinin varlığının bilinmediği asırlar öncesinde, Türklerin kahramanlıkları kadar bilim ve düşünce dünyalarının hangi noktada olduğunu göstermesi bakımından da son derece önemlidir. Zaten bu destanın kahramanı Oğuz Kağan’ın başarısı da silah kullanmaktaki maharetinin yanı sıra “bilgideki üstünlüğünden” kaynaklanmaktadır. Bu destan, M.Ö. 3.-2. yüzyıllarda, Hun-Oğuzlar döneminde yaşanan olayların meydana getirdiği bir destandır.
Bu destanda, bilimin gelişmesi için gerekli olan keşif ve icatların Türkler tarafından ortaya konmasıyla, beliren ihtiyaca yönelik olarak, Türk dilinin dağarcığına, Türkçe yeni yeni kelimelerin kazandırıldığı görülmektedir. Ayrıca, o gün için bir imparatorluk dili olan Türkçenin evrensel bir bilim, kültür, sanat ve siyaset dili olma özelliğine sahip olduğu görülmektedir.
Bunlardan ilki tekerlekli arabanın icadıdır. Diğer kimi mitolojilerde olduğu gibi Türk mitolojisinde de kelimelerle kavramlar arasında bazı benzeştirmeler yapılmıştır. “Kanglı” ilk bakışta “kağnı” yani “tekerlekli kağnı arabası” nın yürüyüşünü andırmaktadır. Bu bakımdan Oğuz Kağan destanında “kağnı” arabasından söz edilirken tekerlekli aracı bulduğu belirtilen kişinin bağlı bulunduğu “Kangulı” boyuyla ilgi kurulmuştur. Kağnının bulunuşu ve kağnı kelimesinin Türkçeye kazandırılışı destanda manzum olarak şöyle ifade edilmektedir:
“Oğuz’un askerleri, beyleri, bütün halkı
Düşmanda ne bulursa toplayıp hep aldı
Atlar ile öküzler, katırlar az gelmişti
Yığılmış yükler ise ta dağları geçmişti
Oğuz’un bir eri vardı akıllı tecrübeli
Barmaklıg Cosun Billig yatkındı işe eli
Bir kağnı arabası yapıp koydu işine
Oğuz’un bu ustası devam etti işine
Kağnıyı çekmek için canlı öne koşuldu
Cansız alıntılar da üzerine konuldu
Oğuz’un beyleriyle halkı şaştılar buna
Onlar da kağnı yaptı özenmişlerdi ona
Kağnılar yürür iken derlerdi: “Kanga! Kanga!”
Bunun içinde dendi bu halka “Kanga”
Oğuz bunu görünce güldü kahkaha ile
Dedi ki cansız çeksin canlılar “Kanga” ile
Adınız Kangalug olsun belgeniz de araba
Kağnıyla bıraktı onları gitti başka tarafa”
Oğuz Kağan destanında icat yoluyla Türkçeye kazandırılan diğer bir kelime de gemi/tekne/kayık/salın icadı, yani suyun kaldırma gücünün keşfi üzerine bulunmuştur:
Oğuz Han’ın bir bilgini, İdil nehrini geçmek için asırlık kayın ağaçlarını kesip içini oyarak “Kıpçak (İçi oyulmuş ağaç)” adı verilen tekneler/sallar yapmıştır. Hamarat Oğuz bilgininin yaptığı bu yüzen araçlar, Oğuz Han’ın askerleriyle eşya, araç ve gereçlerinin nehrin karşısına geçmesini sağlamıştır. Bunun üzerine Oğuz Kağan, suyun kaldırma gücünden yararlanarak bu buluşu gerçekleştiren kişiye “Kıpçak” adını vermiş, onun bağlı bulunduğu boyun adına da Kıpçak denmiştir. Bugün, bilindiği gibi, Karadeniz’in kuzey doğusundan itibaren Orta Asya içlerine kadar uzanan coğrafyadaki Türklere genel olarak “Kıpçak” denilmektedir.
Oğuz Kağan destanında bu kısmın anlatıldığı son cümleler şöyledir:
“Sonra Oğuz Kağan askerleriyle İtil adındaki ırmağa geldi. İtil büyük bir ırmaktı. Oğuz Kağan onu gördü ve:
“İtil suyunu nasıl geçeriz?” dedi.
Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Bey’di. O akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde pek çok ağaç var. O ağaçları kesti ve bu ağaçlarla suyu geçti. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve:
“Sen burada bey ol, senin adın Kıpçak Bey olsun” dedi.”
Yine Oğuz Kağan destanında, ortaya çıkış hikâyeleriyle Milattan önceki Üçüncü-İkinci asırlarda Türkçeye kazandırılan “Karluk”, “Kalaç” vb. bilimsel kelimeler de bulunmaktadır.
Bu durum, birçok dilin ve ulusun yeryüzünde olmadığı dönemlerde, Milattan önceki asırlarda, Türklerin düşünceleri doğrultusunda dillerine yön verdiğini, Türkçeyle bilim adına, sanat adına eserler ortaya koyduğunu, kelimelerinin oluşumunda bilimden güç aldığını göstermektedir. Bilimden aldığı bu güç nedeniyledir ki, birçok dil, tarih sahnesinden silinirken Türkçe, hem doğduğu yerlerde hayatını devam ettirmiş hem de göç ettiği coğrafyalarda anayurtlar oluşturulmasını sağlamıştır.
Türkçenin başarılı bir biçimde ebedî yolculuğunu devam ettirmesinde, 7.-8. yüzyıl Göktürk eserleri olan Orhun Yazıtlarının önemli bir katkısı olmuştur. Ayrıca, Türklerin İslâm’ı resmi olarak kabul ettikleri bilinen 10. yüzyıldan sonra ortaya çıkan Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakayık vb. eserlerde de Türkçe bilinçli olarak işlenmiş, belleklere yerleştirilmiş ve anayurtlar oluşturmak üzere yeni coğrafyalara uğurlanmıştır.
Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacib, dilin ve dili kullanmanın önemine dair özlü sözlere yer vermiştir.
“Akıl süsü dil, dil süsü sözdür.
İnsan sözünü dil ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar.
İnsan süsü yüz; yüzün süsü göz; aklın süsü dil; dilin süsü sözdür.
İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.
Diline sahip çık.”
Çünkü diline sahip çıkmayanların dilleriyle birlikte kültürel kimlikleri, milletleri, devletleri, ülkeleri, ata yurtları ve anayurtları da yok olmaya mahkûmdur.
Türklerin ana yurdu ana dilleri ve “ana dil” olan Türkçedir. İnsan beyninin işleyiş düzen ve düzeneğini oluşturanın ana diller olduğu bilinmektedir. İnsanın bedensel varlığı ya da fizikî yapısı dünyanın herhangi bir yerinde yaşarken zekâ ve ruhsal varlığının ancak ana dilde yaşayabilir olması, anayurt denilenin aslında ana dil olduğunu doğrulamaktadır.
Türklerin anayurdu olan Türkçe, ana dil olmanın verdiği özelliğinden dolayı Arap, Fars, Rus, Romen, Bulgar, Sırp-Hırvat, Arnavut, Yunan, Macar vb. komşu dillere bilim, sanat ve kültür adına onlarca kelime vererek adı geçen dillerin söz zenginliklerine de katkıda bulunmuştur.
Türkçeyi kullananların bugünkü sorunlarından biri “farkında olunmak” sorunudur. Türkçeyi kullananlar, Türkçe sayesinde hayatta kalmayı başaranlar, kısacası Türk kültürel kimliği içinde yer alanlar, Türkçenin tarihi geçmişi, bağlı bulunduğu dil ailesi, bu dil ailesinin özellikleri, Türkçenin yapısı, Türkçe kelimelerin zenginliği, Türkçe olarak üretilen sözlü ve yazılı eserler vb. birçok konudan habersizdirler. Yine bu dil sayesinde hayatlarını devam ettirenler bir bilim, kültür, sanat ve eğitim dili olan Türkçenin gizeminin ve gücünün farkında olamamışlardır.
Farkında olmak bilinçli olmayı gerektirir. Bilinçli olmak okumakla, gözlemekle, eğitim öğretimle sağlanabilecek bir eylemdir. Ailede çocuğun güzel konuşmasını sağlayacak olan anne, baba ya da varsa ailenin diğer fertleridir. Okulda bu bilinci verecek olan öğretmendir. Eğer öğretmen, alanı ne olursa olsun, ana sınıfından itibaren öğrencilerine Türkçenin yalnız günlük yaşantıda anlaşma sağlamak için kullanılan bir iletişim aracı olmaktan öte Türk kimliğinin belirginleşmesinde bir antlaşmalar sistemi olduğu bilincini veremiyorsa eğitimimizde sorun var demektir.
Türk eğitim sistemi içinde yetişen çeşitli mesleklerin icracısı kişiler, sanatkârlar, zanaatkârlar, iş adamları, esnaflar vb. Türkçenin gücünün farkında ve bilincinde olmazlarsa işlerindeki kaliteyi tabelalarına yabancı isim yazmakta ararlar. Halbuki kazancın kapısı kaliteden geçmektedir. Müşteri kaliteli olana akın etmektedir.
Ürün kalitesi ve dil bağlantısına onlarca örnek verilebilir. Ankara’nın Kızılay semtinde kimi doğru, kimi yanlış onlarca tabelada yabancı isim yer almaktadır. Bu tabelaların asılı bulunduğu birçok işyerinin, tabelasındaki yabancı isimlerden dolayı müşteri çekemediği buna karşılık, tabelalarında Türkçe adlar bulunan kimi iş ya da satış yerlerine ise müşteri çokluğundan girilemediği görülmektedir.
Bu konuda iş yeri sahipleri bilgilendirilmeli, bilinçlendirilmelidir. Satış çokluğundaki sırrın kalitede saklı olduğu anlatılmalıdır. Kimi Avrupa ülkelerinde vatandaşlar yabancı isim taşıyan tabelaların bulunduğu iş yerlerinden alış veriş yapmamaları konusunda bilinçlendirilmekte, belediyeler bu konuda uyarılmaktadır.
Bu konuyla ilgili yurt dışından da örnekler verilebilir. Vaktiyle Almanya’nın Hamburg şehrinin merkezinde Türkler ait bir lokanta vardı. Bu iş yerinin adı “Köz Döner” di. Kelime olarak “Köz” de, “Döner” de Türkçedir. Türklere ait bu iş yerinin bulunduğu meydanda birçok lokanta bulunmaktaydı. Bu lokantaların birçoğunun adı da Almancayadı. Ama hiç biri Türklerin “Köz Döner” i kadar iş yapamamakta, müşteri bulamamaktaydı. Türkçe tabelası olan bu büyük lokantada yemek yiyebilmek içinse önceden yer ayırtmak gerekmekteydi. Verdiğim bu örnekte Türkçe kalite sayesinde görkemli bir duruş sergilemektedir.
Türkiye’nin değişik şehirlerindeki tabelalarda bir “kafe, cafe, café” kullanma modası başladı. Yemekleri çok güzel olduğu, kaliteyi yakalamış oldukları için sıklıkla gittiğim “….pide evi” nin tabelasının bir gün “….cafe” ye dönüştüğünü görünce hayal kırıklığına uğradım. İş yeri sahibine “neden tabelayı değiştirdiniz?” diye sorduğumda “gençliği çekmek için” cevabıyla irkildim.
Tabela adlarındaki başka bir sorun da Türkçe adların yabancı alfabelerin harfleriyle yazılmış olmasıdır ki; Türkçe için en büyük tehlikelerden biri budur. “Derviş”; “dervich” olabilmekte, “paşa”; “pacha/ paça” şeklini alabilmektedir ki, “paşa dürüm” bir anda “paça dürüm” e dönüşebilmektedir. İster gaflet, ister dalalet, ister hıyanet içinde olunarak yapılsın, buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Geleceğini düşünen, aklı ve vicdanı yerinde olan hiçbir yönetimin buna izin vermemesi gerekmektedir.
Avrupa’nın Rönesansı gerçekleştirmesindeki temel etken, dildeki dağınıklığı yok etmek, dili düzenleyerek bir çatı altında toplamak ve dilde birliği sağlamak olmuştur. Bugün onlarca milli dil mensubunu ülkesinde barındıran Amerika’nın gücü, Fransız’ından İspanyol’una, Alman’ından Portekizlisine, Fars’ından Arab’ına, Hintlisinden Çinlisine herkesi tek dil çatısı altında, İngilizce’de toplamasından gelmektedir. Amerika’da yaşayan herkes istediği dilde konuşabilir ama İngilizce bilmeyenin Amerika’da daimi olarak yaşama hakkı yoktur. Fransızlar, ülkelerinde kullanılmakta olan onlarca bölgesel dili Paris ağzının şemsiyesi altında toplamayı başardıktan sonra dillerinden aldıkları güçle sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik güce ulaşmış, Avrupa’nın ve dünyanın en güçlü ülkeleri arasına girmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin kendi dilleri ve dolayısıyla ülkelerinin geleceği için bir tehdit ve tehlike olduğunu gören Fransızlar, 5 Mayıs 1991’de, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nde bir bildiri yayımlamış ve bu bildiride dünya dilleri üzerinde İngilizce baskısı olduğuna dair uyarıda bulunmuştur:
“Fransa, toprakları üzerinde ırksal, dilsel ve dinsel esaslara dayalı grupların varlığını kabul etmez. Fransız Anayasası, bir ve bölünmez olan Cumhuriyet, tüm vatandaşlarının yasa önünde eşit olmaları ilkesinden ilham alır. Fransızca dışındaki dillere ve din konusuna gelince, bunlar kişinin seçimine bağlı hususlardır. Fransa hükümeti, bu hususların kamu alanı dışında bulunduğu ve kişilerin kamu özgürlüğünü kullanma alanına girdiğini hatırlatır.”
Türk insanının, Türk kimliği altında şekillenmiş Türkiye ve Türkiye dışında yetişmekte olduğu gençliğin “büyük güç” adı verilen gelişmiş ülkelerin bu konudaki hassasiyetlerini görmeleri ve dilleri Türkçe üzerinde oynanmak istenen oyunları fark etmeleri gerekmektedir.
“Küreselleşme” gibi hoş ve şirin bir yaklaşımla dünyayı sömürgeleştirmeyi amaçlayan kimi süper güçler, kendileri için dilde birliğin gerçekleşmesi yolunda çaba harcarken kimi geri kalmış, gelişmekte olan, dil bilincini oluşturamamış ya da kendilerine bağlı/bağımlı yöneticilerin yönettiği ülkelerde farklı dillerin güzelliğinden söz etmekte, bu hususta gayret göstermektedirler. Bu da akla hemen “parçala, kolayca yönet” taktiğini getirmektedir.
Bunun içindir ki: Türk gençlerinin, ülkenin kaderinde söz sahibi yöneticilerin, siyaset adamlarının, din adamlarının, bürokratların, öğretmenlerin ve öğretim üyelerinin, sanatçıların, ressamların, sporcuların, hukukçuların, sosyologların, psikologların, mühendislerin, doktorların, işçilerin, çiftçilerin, esnaf ve sanatkârların, diğer meslek sahibi kişilerin, Türkçe üzerinde oynanan oyunları görmesi, fark etmesi ve hesabını ona göre yapması gerekmektedir.
Okullarımızda Türkçe öğretimi gerektiği gibi yapılmalıdır. Türkçeye hâkim olmayan, öğrencisine bilgiyi/bildiğini sözlü ve yazılı olarak gerektiği biçimde anlatamayan öğretmen sorgulanmalıdır. Bu konuda Milli Eğitim ciddi bir eğitim seferberliği başlatmalı, Batılıların “reorganizasyon” dediği yeniden yapılandırma işi bir an önce gerçekleştirilmelidir. Konusuna hâkim olmayan, ülkenin, devletin ve milletin varlığının teminatı olan Türkçeyi yazılı olarak kullanamayan, konuşamayan, kelimelerini telaffuz edemeyen kişilerin öğretmen olarak derslere gönderilmemesi ya da hizmet içi eğitimden geçirilip istenilen düzeye geldikten sonra bu iznin verilmesi sağlanmalıdır.
Üniversitelerde Türk Dili, Yazılı Anlatım, Sözlü Anlatım vb. dersler için yeniden düzenleme yapılmalıdır. Adı geçen bu derslerin kredileri yükseltilmeli, bu dersleri takip edecek öğrencilere, dil öğretimi mantığı içinde en çok 40’ar kişilik sınıflarda eğitim-öğretim yapılmalıdır. Bu derslere girecek öğretim elemanları özenle seçilmeli, bu elemanlar Türkçeye vakıf, Türkçeyi telaffuz ve konuşmasıyla temsil edebilen, jest ve mimikleriyle, beden dilini kullanışıyla öğrencilere örnek olabilecek, yeterli bilgi, görgü vb. donanıma sahip, alanında yüksek lisans ve doktora yapmış olmalıdır.
Ana sınıfları başta olmak üzere ilköğretim, lise ve yüksek öğretimde Türkçeyi tanıyan, Türkçenin gücünü bilen, Türkçenin gizemine vakıf olan öğretmen ve öğretim elemanları tarafından, dil bilinciyle yetişmiş olan öğrenciler yetiştirilerek mezun edilebilirse Türkçe, kendi insanı tarafından sözlü ve yazılı anlatımda rencide edilmeyecek, herkes herkesi en doğru biçimde anlayacak, tabelalarda, ekranlarda, radyolarda, yazılı ve görsel basında Türkçe kirliliği görülmeyecektir. Bunun sonucunda, dilini seven, ülkesini, milletini seven, ülkesinin geleceği için birbirlerini en iyi biçimde dinleyen, anlayan, okuyan, bilgiyi dağarcığına taşıyan ve bunu üretime yönlendiren insanların yaşadığı kalkınan, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarını çözmüş bir Türkiye ve Türk dünyası tablosu Türklerin geleceğini süsleyecektir.
İnsanımız kimliğini dilleri Türkçenin gücüyle korumuş ve korumaktadır. Türkler tarih sahnesinde Türkçeyle hayat bulmuşlar, Türkçeyle hayatlarını devam ettirmişlerdir. Türkçeyle bilim, sanat ve edebiyat eserleri oluşturmuşlardır. Türkçeyle devletler kurmuşlardır. Türkçeyle coğrafyaları anayurtları haline dönüştürmüşlerdir. Totemden Burkana, Şamanist yapılanmadan Mani dinine, Hıristiyanlıktan Museviliğe, Gök Tanrı inancından İslâm dinine bütün farklı din ve inancın mensubu oldukları dönemlerde de Türkçeyle kültürel kimliklerini korumuşlar, kalıcı olmuşlardır.
Türkler, ne zaman dillerinden uzaklaşmış, başka dilleri öne çıkarmış, onları bilim, eğitim ve resmî dilleri yapmışlar, saadetleri mutsuzluğa dönüşmüş, aydınlık dünyaları kararmaya başlamış, bunların sonucu olarak da kurdukları devletler yıkılmış, mutlulukları bahtsızlığa, umutları çaresizliğe dönüşmüştür.
Bunun içindir ki, tarihi kökleri olan milletlerde olduğu gibi bütün Türklerin ve Türkiye’nin en önemli kültürel davası, hiç şüphesiz dil davasıdır. O, bütün davaların başında gelir. Onu hal etmedikçe, kültürle alâkalı diğer meseleleri hal etmeye imkân yoktur. Çünkü düşünce ve duyguları nesilden nesle, insandan insana nakletme vasıtası olan dil, her türlü kültür faaliyetinin temelini teşkil eder. İnsanoğlu dil vasıtasıyla, dile dayanarak düşünür; dil vasıtasıyla bilgi edinir; millî ve içtimaî dayanışma, kaynaşma ve birliktelik dil ile olur.
Türkçe, güçlü ve zengin bir dildir. Bu gücünü ve zenginliğinin gizeminden almaktadır. Çünkü Türkçe; derinliğiyle, gözün erişemeyeceği genişliğiyle, sınırsız gücü, güzellikleriyle bir denizdir. Dibinde gün görmemiş inciler yatmakta; üstünde bin bir rengin çalkantısı yer almaktadır.
Türkçe, Türk insanının içliliğinin, duyma, düşünme gücünün, dünyayı görüşünün en iyi yansıtıcısıdır; onun çektiklerini, duyduklarını, özlediklerini dile getirir. Türkçeye dikkatlice bakıldığında; onda Türk’ün bilgeliği görülecek, yüzyıllar boyunca doğayla iç içe geçen yaşamı öğrenilecek, yaradılışının yüksek değerleri ve sevgisi fark edilecektir.
Türkler ve dilleri olan Türkçe, tarihin çok eski dönemlerinden günümüze uzanan çizgide farklı serüvenler yaşamış, zaman zaman mutlu bir tablo oluşturmuş, zaman zaman da hak etmedikleri çileler çekmiş, hak etmedikleri zulümlere maruz kalmıştır. Ne zaman dilleri Türkçenin aydınlığında bilimsel, kültürel ve sanat değeri olan eserler üretmişler; o dönemlerde sosyal, siyasal ve kültürel bakımdan çok başarılı olmuşlardır. Ama ne zaman ki; dilleri olan Türkçeden uzaklaşmışlar, yabancı dilleri resmî dil olarak kabul etmişler, yabancı dillerde eser vermiş ve eğitim yapmışlar, işte o dönemin sonunda mutlaka dağılmış, parçalanmış, güçsüz kalmış, sosyal, siyasal ve kültürel bakımdan çaresiz durumlara düşmüşlerdir. Ne zaman dilleri Türkçe akıllarına gelmiş, ona tutunmuşlar, bununla birlikte yeniden güç kazanmışlar, işte o zamanlarda güneşin doğduğu yerden battığı yere uzanan bir coğrafyada, bilim, sanat, kültür, din vb. alanlarda dillerinin ışığıyla dünya insanlarını aydınlatmışlardır.
İnanç yapıları, soy kütükleri, bölge ağızları ne olursa olsun Türkçe konuştukları, Türkçe anlaştıkları, Türkçe antlaştıkları, Türkçe düşündükleri, Türkçe hayal kurdukları, Türkçe eğitim yaptıkları, Türkçe ortak pazarlar oluşturdukları ve ticaret yaptıkları, Türkçe bilişimi ve etkileşimi sağladıkları, Türkçe adlı dil güneşinin ışığında aydınlandıkları sürece ufukları ve bahtları açık olacaktır.
Çünkü Türk dili Türk milletinin varlık ve bağımsızlık sembolüdür. Türkçede vatanın birlik ve bütünlüğü, milli tarihin devamlılığı görülür. Bütün bu özelliklerinden dolayı Türkçe, bir anne gibi, ana yurt gibi sevilmeli ve korunmalıdır. Düşünce hayatında, eğitim-öğretim ve bilim hayatında Türk dilinin varlığı ana yurdun varlığı demektir.
Bu sebepledir ki; ırkı, soyu, inanç yapısı, bölgesel ağzı ve şivesi ne olursa olsun ana dil olarak Türkçeyi benimsemiş, Türk kimliği altında toplanmış, yöneten ya da yönetilen, genç ya da yaşlı, kadın ya da erkek bütün fertler, kendilerinin varlığı, huzuru ve geleceğinin teminatı olan Türkçeye hak ettiği değeri vermelidir.
Ayrıca, kültürel kimliğin korunması ve anayurdun ebedi kılınması bakımından Türkçenin eğitim, öğretim, sanat, kültür, bilim hayatında ve medyada layık olduğu biçimde kullanılmasına önem verilmelidir.
Türkçenin uluslararası düzeyde bilim, sanat, ticaret ve bilişim dili olarak daha etkin kullanılabilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.
Türk bilim, kültür ve düşünce tarihinin bütün zenginliğiyle biran önce ortaya çıkarılması sağlanmalıdır.
Türkçenin bütün lehçeleriyle kullanılabileceği bir akademik platform oluşturulmalıdır.
Türk devlet ve topluluklarıyla ilişkiler “Dilde, fikirde, işte birlik” esasına dayandırılmalıdır. İktisadi ve kültürel işbirliğini geliştirmenin temel unsuru olarak, Türkçe konuşulan ülke ve topluluklara yönelik dil ve kültür çalışmalarına önem verilmeli, Türkçenin bütün lehçeleriyle anlaşılabilir ve kullanılabilir olmasına yönelik şartlar oluşturulmalıdır.
Türkçenin gelecekte daha güçlü bir bilim, sanat, eğitim, öğretim ve ortak pazar dili olabilmesi için insanımıza ve özellikle de gençlerimize “dillerinin farkında olma bilinci” verilmelidir. Bu bilincin verilmesi işini yalnızca okullardan ya da benzeri eğitim öğretim kurumlarından beklemek yanlış olur. Bu bilincin verilmesinde medya kuruluşları, belediyeler, sivil toplum örgütleri, gençlik kuruluşları, esnaf sanatkâr birlikleri vb. kurum, kuruluş ve bireyler de üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmelidir.
Mağazalara yer adları verirken esnafımız, müşteri çekmenin ya da daha çok para kazanmanın yolunun kullandığı yarım yamalak, yalan yanlış yabancı sözcüklerden değil de kaliteden geçtiğini fark ederse ya da bu bilinç esnafımızda oluşursa Türkçe daha parlak bir gelecek için gelişmesini daha rahat sürdürecektir.
Gençlerimiz Türkçenin bir güven unsuru, kültürel kimliği için bir onur kaynağı olduğunun farkına varırsa Türkçe, sadece dünyanın kendi insanı tarafından konuşulan en büyük birkaç dilinden biri olmakla kalmayacak, küreselleşen dünyada diğer ülke insanlarının da iletişim ve pazar dili olarak kullandığı birkaç dil arasındaki yerini alacaktır.